UNUTAMADIĞI KİŞİLERLE İLGİLİ ANILARI

Sakıp Sabancı anlatıyor...

Ciğerci Recep

Köylü pamuğunu arabalara ve o zaman pek az olan traktör römorklarına yükleyerek gece serinliğinde Adana’ya getirir. Pamuk sabah gün ışırken satılır ki, köylü arabasına, traktörüne, römorkuna atlasın ve güneş etrafı cayır cayır yakmadan serinlikte köyüne doğru yol alabilsin. İşte bu dönemde, akşam yatarken saati kurar, sabah gün ağarmadan yola düşerdim. Pamuk alımlarına Sinan Bosna ile birlikte giderdik. Sabah kahvaltı etmediğimizden, pamuk alımı bitip, Bossa Fabrikasına işbaşı yapmaya dönerken karnımız acıkırdı. İşte bu dönemde, Ciğerci Recep ile dost olduk.

Fotoğraf Sakıp Sabancı Arşivi

Ciğerci Recep, kara bıyıklı, ayağında şalvarı olan, Adana lehçesi ile konuşan, yüzü güneşten yanmış, kara yağız bir gençti. Kullanılmış ve eskimiş iki at arabası tekerleğini kullanarak derme çatma bir geçici tezgâh yapmıştı. Tezgâhın üzerinde üç taraflı bir camekân vardı. Bu camekânın içinde ekmekler, soğan piyazı ve ciğer asılırdı. Camekânın açık yanından sinekler içeri dolar, Recep bu duruma pek aldırmazdı. Camekânın önünde küçük bir mangal, Adana’nın sıcağını biraz daha artıracak şekilde kor gibi yanardı. Kocaman kara saplı bir bıçak ile ciğerleri bir tahta üzerinde doğradıktan sonra, mangalın üzerindeki ızgarada çeviren Recebin önünde devamlı bir kalabalık bulunurdu.

Pamuk aldıktan sonra Ciğerci Recep’i ziyaret edip, o ciğer hazırlarken onunla sohbet etmek, ciğer sırası bekleyenlerle konuşmak hayatımıza renk katıyordu. Ciğerci Recep’in köyünü, karısını, sevgilisini, çocuklarını, babasıyla problemini, anasının hastalığını, ağabeyinin askerde çavuşu ile arasındaki çekişmeyi günü gününe takip ediyorduk. Diyebilirim ki, hayatımda üç yıl süre ile hiçbir kimse ile her gün bu kadar özel konular konuşmadım. Ciğerci Recep ile pamuk fiyatı, fabrikadaki meseleleri konuşamayacağımıza göre, bu tip ailevi özel meselelere inmekten tabii bir şey olamazdı. Ben ve Sinan hem ciğer işini hem de Ciğerci Recep’i çok ciddiye almaya başlamıştık. Şimdi düşünüyorum da sabah sabah, o çeyrek ekmeği, o çeyrek ekmeğin içindeki sıcak ciğeri ve bir avuç soğan piyazını midemiz acaba nasıl kabul eder, nasıl cayır cayır yanmazdı? Amerika’da okumak için uzun yıllar kalmış olan ve yapısı itibariyle nazik bir bünyeye sahip Sinan Bosna acaba hamburgere alışmış midesine, bu ciğer kebabını nasıl kabul ettirebildi?

Bir gün Sinan ile pamuk alım satımından dönüşte, mütemadiyen ciğer yemek için Ciğerci Recep’in durduğu köşeye gittiğimizde onu ve tezgâhını göremedik. Üç yıl boyunca her gün orada olan Ciğerci Recep acaba nerede idi? Biz ona o kadar alışmıştık ki, ancak yokluğunda fark ettik ki geçen üç yıl boyunca bu adam hiç hastalanmamış, hiç köyüne gitmemiş, hiçbir gün köşesinden ayrılmamıştı. Hastalanmıştır, ertesi gün gelir diye düşündük. Ertesi gün, daha ertesi günler gelmedi. Sorduk, soruşturduk. Hiçbir haber alamadık. Kimi bir kan davasından kaçtığını söyledi. Kimi, sevgilisi ile birlikte, karısından kaçmak için izini kaybettirdiğinden söz etti. Ama biz ciğerci dostumuz Recep’i kaybetmiştik. O günden bu yana ekmek içi ciğer yemedim.

Dostum Cemil Gözüyeşil

Bazı insanlar şanslıdır. Allah bazı insanlara doğuştan şans verir. Bazı insanlara rastlamışımdır, para kazandırtmaya çalışırım. Şuna yardım edeyim. Şu alışverişin içinde bir pay çıkarayım demişimdir. Olmamıştır. O adamın kısmeti yoktur. İş sevgisi, iş bilgisi noksan diyemeyiz. Bir adam durup dururken pamuk almaya başlamıştır, pamuk işi kötü gitmiştir. Tekstile girmiştir, iyi giden iş kötü gitmeye başlamıştır. “Vermeyince Mabut, ne eylesin Mahmud” diye bir atasözü vardır. Hayatta bu atasözünün doğruluğuna, bazı kimselerin şansının kaderinin kısmetinin Allah tarafından bir sebeple bağlandığına şahit oldum.

Benim çok sevdiğim, Cemil Gözüyeşil isimli bir arkadaşım vardı. Ben lakabı “Allahınoğlu” olan Mustafa Salihoğlu ile birlikte Adana Erkek Lisesi’nde okurken, Cemil Gözüyeşil de Kemal Özgür ile birlikte Adana Ticaret Lisesi’nde okurlardı ama biz dördümüz birlikte olur, arkadaşlık ederdik. Ben sanayi konusundaki çabalarımı ilerletirken, Cemil Gözüyeşil de çiftçilik yapmaya, bu arada ufak tefek alım satımlara girmeye başlamıştı. Kendisini çok sevdiğimden, onu biraz kollamak, para kazanmasına sebep olmak isteğine kapıldım. O zaman Adana’da pamuk ticaretinde “koçan alıp satmak” iyi para getiriyordu. Koçan, bir anlamda pamuğun tapusudur. Pamuk depoda yer değiştirmeden, koçan alıp satıldıkça sahip değiştirir. Koçanı ucuz alıp pahalıya satan kâr eder. Pahalı alıp ucuza satan zarara uğrar.

Ben Cemil Gözüyeşil’in babasından bir miktar sermaye istedim. Bu sermayeye, bizim bu işe tahsil ettiğimiz paraları ekledim. Koçanı alıp satarken, biliyoruz ki, bunun yarısı Cemil Gözüyeşil için. Kârın zararın yarısı onun. Şu Allah’ın işine bakın ki, sadece kendimiz için koçan alıp sattığımızda kâr ediyoruz. Ne zaman ki Cemil Gözüyeşil ile ortak alım satım teşebbüsümüz olsa, sonuç zararlı. Sadece koçan işi değil, başka konularda alım satımı Cemil Gözüyeşil üzerinden geçirip, ona bir menfaat sağlamaya teşebbüs ettim. Bütün çabalarım boşa çıktı. Anladım ki, Allah Cemil Gözüyeşil’in “kısmetini bağlamış”. Ne kadar zorlasan, para kazandıramıyorsun. Tersine zorladıkça zarar ediyor. Batıl denilebilir ama Allah vermeyi ahdetti mi, Allah veriyorum dedi mi, kimse durduramaz. Allah bana verdi çok şükür. Ve o kadar geniş ki Allah’ın hazinesi, o kadar hudutsuz ki… Babam, “Oğlum Allah’tan iste” derdi. “Onda hudutsuz var. Ortağınla, aranızdaki menfaat bölüşmesinde, kantarın topunu kaçıracak ölçüde hesaplara gittin mi, ortağınla aranda sürtüşmeler başlar. Kavga, dövüşe gider. İş bozulur. İkiniz el ele verin de hızla yürekten çalışın. Birbirinizin hakkına göz dikeceğinize Tanrı’dan isteyin. Yukarıda hudut yok. Allah’ın hazinesi boldur” derdi.

Fotoğraf Sakıp Sabancı Arşivi
Bıyıklı İbrahim’in Dostluğu

1960 yılında askeri müdahaleden sonraki günlerde, radyodan yayınlanan bir tebliğ ile bankaların ödeme yapmaları durduruldu. Mevduat hesaplarından para çekmek, kiralık kasaları kullanmak yasaklandı. Bir iki gün süren bir hadise idi, fakat pek çok kişi paniğe kapıldı. O günlerde unutamayacağım bir olay şudur: Babam ile Bossa Un Fabrikası’nın yazıhanesinde oturuyoruz: “Bıyıklı İbrahim” diye tanınan, baba dostumuz İbrahim Aren ile çay içiyoruz. Kapı açıldı, alı alına, moru moruna iki kişi geldi. Bunlar bize pamuk satan Rafet Milli ve Hacı Yalçın isimli Adanalı hemşerilerimizdi. Pamuk satışından dolayı kendilerinde vadesi henüz dolmamış bonolarımız varmış. Onları ellerine almışlar, “Hacı Ağa, bize çok acele para lâzım. Ben ev alacağım, bu tarla alacak… Bu bonoların vadesi gelmedi ama bizim şu sıkışık durumumuzda ne yaparsan yap… Bonoları öde.” diye bin dereden su getirerek hikâye uyduruyorlar. Tek düşünceleri bu kritik günlerde bonoları nakde çevirmek. Babam “Kasada para yok, mademki sıkıştınız, bankalar açılınca erken ödeme yaparım” dedi. Fakat gelenlerin ısrarı sürünce Bıyıklı İbrahim dayanamadı; “Hacı Ağa” dedi, “bana müsaade et, evde 300 bin lira nakit param var, alıp getireyim… Şu adamları defet.” Bu olay beni çok etkiledi. Bir yanda Hacı Ömer’e olan sonsuz güven, öte yandan güvensizlik içindeki kişilerin paniği… insanları ve dostlukları değerlendirme konusunda iyi bir ders oldu bana.

Dizelci Mehmet

Adana’da sanayi denilince pamuğun çekirdeğini çıkaran çırçır makinelerinin akla geldiği, un öğüten değirmenlerden fabrika diye söz edildiği dönemlerde, tabii olarak teknik eleman bulmak önemli bir sorun teşkil ediyordu. Makineleri çalıştırmaktan önce, makineler için elektrik bulmak gerekiyordu. Şehir cereyanı sık sık kesildiğinden, her tesiste bir jeneratör grubu vardı. Bu jeneratör gruplarını işleten ustalar, Adana’nın en kıymetli teknik elemanları idi. Bunlara “dizelci” denilirdi.

Dizelciler genellikle, arabacı iken, kamyonlara şoför muavini, şoför olan, sonra motordan biraz anlayıp, tamirci kesilen kimselerdi. Bu çekirdekten yetişmiş insanların ‘maharet’ sahibi olanlarının sayısı az olduğundan, başarılıları kısa sürede isim yapardı. Elektrik ile işleyen tesisler için ‘dizelci’ çok önemli bir adamdı. Çünkü jeneratör arıza yaptı mı, hiçbir makine çalışmayacak, işçiler boşuna para alacak demekti. Jeneratör kaç gün çalışmaz ise, fabrika o kadar gün kapısına kilit atmış oluyordu. Hele jeneratörün bir parçası kırılır ve İstanbul’dan parça beklenecek olursa, bu günlerin sayısı ve zarar büyür giderdi. Onun için elektrikle çalışan makinesi, tezgâhı olanlar en iyi dizelcinin peşinde koşarlardı.

Dizelci Mehmet’in de iyi dizelci olarak namı çıktığından babam Hacı Ömer onu BOSSA Fabrikası’na almış, jeneratör grubunu ona teslim etmişti. Dizelci Mehmet Ağa, kısa boyu, şişman vücudu, her zaman giydiği kara şalvarıyla gerçek bir köylü tipinde idi. Yüzünde devamlı uzayan tıraşının altında ağzı, burnu, gözü zor görünüyordu. Boncuk boncuk gözleri, yuvalarında fır dönerdi. Daha önce toprakta çalışmaktan yumuk yumuk olmuş parmakları, avucu devamlı mazot lekesi içindeydi. Boynuna asılı duran peşkire elini yüzünü sildikçe, mazot karası yüzüne, kulaklarına da bulaşır, boncuk, boncuk terledikçe, terlerin de kara kara aktığı sanılırdı. Biz BOSSA Fabrikası’nı yeni kurmanın heyecanındayız. Makineler pırıl pırıl… İçeride yeni teknisyenler, mühendisler var… Ama bizim için en önemli adam Dizelci Mehmet Ağa… Çünkü şuna inanmışız ki, Dizelci Mehmet Ağa olmasa elektrik jeneratörleri durur. Elektrik jeneratörleri durursa, fabrika hiçbir işe yaramaz. Binlerce işçi, mühendis, milyonlar değerindeki makine hareketsiz kalır… Bu ruh haleti içinde, fabrikanın kapısından girdik mi önce Dizelci Mehmet Ağa’yı görüyoruz. Elini sıkıp hatırını soruyoruz. O bizim kendisini mühimsediğimizin farkında, gururlu, oradan oraya koşup, büyük telaş içinde, önemini sergilemekte. Babam Hacı Ömer, ben ve diğer kardeşlerim, bir ölçüde büyük iş yaptığına inandığımız, hata etmesi, küsmesi halinde koskoca fabrikanın durmasından korktuğumuz için, fakat büyük ölçüde sempatik halinden ötürü Dizelci Mehmet Ağa ile sohbet etmeden asgari onun hatırını sormadan fabrikadan içeri adım atmaz idik. Dizelci Mehmet Ağa benimle daha başka dostluk yapardı. Ben ona makinelerin ne işe yaradığını, bu makinelerin nasıl onarıldığını falan sordukça, o belki beni küçümsediğinden, belki de ne işe yaradığını bilmediğinden hep yuvarlak kelimelerle beni uyuturdu. “Haaa, bu çok möhim bir parçadır. Hıı, o bir işe yaramaz…” şeklinde değerlemeleri vardı.

Derken, Adana şehrinin enerji sorunu çözüldü. Barajlardan düzenli elektrik gelmeye başladı. Fabrikalarda elektrik üreten jeneratör gruplarının devamlı çalışmasına ihtiyaç kalmadı. Bazı fabrikalar bunları kesinti halinde kullanmak amacıyla sakladılar. Tabii bu duruma biz sevindik ama, Dizelci Mehmet Ağa yıkıldı. Çünkü onun önemi, sebebi hikmeti ortadan kalkmıştı.

Fabrikanın yöneticileri onu, bir bölüme ustabaşı gibi bir pozisyona getirmişler. Eskiden kendi olmazsa fabrikanın çalışmayacağına inanan bir kişinin birden böyle bir işe yaramaz ruh haletine düşmesi yıkılmasına sebep oldu. O şişman, tombalak Dizelci Mehmet Ağa zayıfladı. Dal gibi oldu. Neşesi kaçtı… Bir süre sonra geldi, köyüne dönmek istediğinden söz etti. Israr etti isek de ikna edemedik. Bizi bırakıp gitti. Bir daha da görünmedi. Teknoloji, ilerleme, ülkedeki kalkınma, “o olmazsa olmaz” sanılan bir adamı, “lüzumsuz” hale getirmişti.

Baba Dostu Bahriyeli-Deli Mithat

Babama sık sık takılan bir yakını, Emirgan’da tanıdığı, komşumuz bir emekli deniz albayı idi. Babamın “Deli Mithat” diye sevdiği bu hoş sohbet ve güngörmüş eski asker ataklığı, yiğitliği, açık sözlülüğü ile Emirganlıların da sevgilisiydi. Bir gün babama “Hacı Ağa, sendeki bu varlık bende olacaktı. Şu Allah’ın cenneti evde, huriler, çalgı-çengi ve bâde ile günümü gün edip hayatın tadını bir çıkarırdım ki…” demiş. Babamın cevabı şöyle olmuş: “Oğlum Deli Mithat… Bir koca ev, cicili bicili eşyalar tek başına neye yarar. Bunlar varlık sayılsaydı, şimdiye kadar binlerce köşk tar-ü mar edilmezdi. Önemli olan onun arkasında dönen çarktır, oğlum. Eğer bu çark iyi işliyorsa varlık oradan gelir, o sayede tükenmez. İstanbul’da bu kadar güzel köşk, bu kadar antika eşya var. Devlet Büyükleri, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Bakanlar, Valiler, hatta yabancı devlet adamları niye oralara gitmiyor da buraya geliyorlar? Ben çok mu yakışıklıyım? Kaşım gözüm mü güzel? Bu bina mı çok büyük? Büyük olan benim işlerim. Benim ekonomik gücüm, ekonomiye verdiklerim… İşe yarar adam olmadıkça, zenginlik kaç para eder? Çengiyi kaç gün oynatır, bâde almaya kaç gün para bulabilirsin?”

Uzun boylu, yiğit yapılı, güleç yüzlü, devamlı espri yapan, fakat içkide ölçüyü kaçıran bu deniz albayını, bütün aile gibi ben de çok severdim. İçki içince kontrolü kaçırdığında, hiç kimseye bir kötülük yapmayan, fakat espri uğruna lafın kontrolünü kaçıran bu deniz albayı bizim evden çıkmazdı. Babamın arkadaşı idi ama biz de kendisine hayrandık. Deli Mithat ile ilgili iki renkli olayı hiç unutamam. Bir gün babam Deli Mithat ile köşkte nargile içerken kapıdan haber vermişler, “Hacı Ağa, köyden bir tanışın geldi. Seni görmek istiyor…” diye. Babam gelsin demiş. Gelen, bir acayip kişi… “Hacı Ağa sen beni tanımazsın. Sebebi ziyaretimi anlatacağım ama önce bir seccade ver de iki rekat namaz kılayım…” deyip babam ve Deli Mithat’ın şaşkın bakışları arasında namaza durmuş. Sonra da, “Hacı Ağa, ben dara düşmüştüm. Kul sıkılmayınca Hızır yetişmezmiş. Gene gece uykusuz kumrular gibi düşünürken, Peygamber Efendimiz (SA) teşrif buyurdu. Git hemşerin Hacı Ömer’i ziyaret et. Evinde benim için iki namaz eda eyle. O sana benim adıma gerekli yardımı yapacak emrini verdi…” demiş.

Babam, adamın “anormalliğini” hemen fark etmiş, ama müşkül durumda. Çünkü, adamın eline üç beş kuruş sıkıştırıp savsa, adam bunu başkalarına da anlatacak, “yol olacak…” Adama bir şey söylemeden yollasa, adam gidip orada buruda “Hacı Ömer’in evine kadar gittim. Cimrilikten elime bir lira bile sıkıştırmadı.” şeklinde dedikodu yapacak. İşte o sırada Deli Mithat, nargileyi elinden bırakıp şöyle bir doğrulmuş, adama: “Hemşerim sen Arapça bilir misin?” diye sormuş. Adam şaşkınlıkla, “Yok bilmem…” deyince Deli Mithat “Bre düzenbaz herif, sen Arapça bilmezsin. Peygamberimiz (S.A.) Türkçe bilmez… O sana buranın yolunu nasıl tarif etti de buralara kadar gelip, bizi kandırmak istiyorsun?” diye bağırınca adamcağız çekip gitmiş.

“Vatan Cephesi” konusuna Demokrat Partililerin büyük önem verdikleri 1960 yılı öncesi günlerde, Deli Mithat fazlaca içkili olarak Emirgan’daki Çınaraltı Kahvesi’nde Demokrat Partililer ve de Celal Bayar aleyhinde bağırıp çağırmış. Oradaki Demokrat Partililer karakola şikâyet etmişler, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a hakaret etti diyerek. Polis, Deli Mithat’ın peşine düşünce, babam kendisini alıp Atlı Köşk’e saklamış. Babam umuyor ki, bir süre geçince olay küllenecek, Deli Mithat’ı salıverecek, ama günler geçiyor, polis Deli Mithat’ı ciddi şekilde aramayı sürdürüyor. Babam bakmış olacak gibi değil. O sırada İstanbul’da Florya Köşkü’nde yazı geçiren Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan randevu talep etmiş. Celal Bayar, babamın bir iş için geldiğini sanıyor. Babam “Celal Bey demiş, senden çok önemli bir ricam var. Bizim orada Deli Mithat diye bir adam var. Kafayı çekip, kontrolsüz laflar etmiş. Bir aydır polis adamı arıyor. Hapse atacak. Hâlbuki benim dostum. Ben de tuttum, bizim eve saklayacak oldum. Bir süre sonra salıverecektim. Ama polis işi ciddi tutuyor. Ben adamı salamıyorum. Adam evde benim keseden yiyor içiyor. Biraz daha durursa adamı beslemekten iflas edeceğim. Bu adamı affet de koyuvereyim. Beslemekten kurtulayım…” Celal Bayar zarif kişiliği ile gülümsemiş “Olur Hacı Ağa, dediğin olsun.” demiş… Deli Mithat böylece affa uğramış.