DEVLET BÜYÜKLERİ VE KRALLARLA İLGİLİ ANILARI
Sakıp Sabancı anlatıyor...
ABD Başkanlarından Jimmy Carter, 1985 yılı yazında özel olarak İstanbul’u ziyaret ediyordu. Biz, Carter’ın ziyaretini medyadan öğrenmiştik. Bir öğleden sonra beni vilayetten aradılar. Dönemin İstanbul Valisi Nevzat Ayaz, Carter şerefine o akşam Beyti Lokantası’nda özel bir davet verecekmiş, “eşinizle birlikte katılır mısınız” dediler. Ben eşim ile gittim. Vali Bey, bizleri Jimmy Carter ile tanıştırdı. Diğer misafirler gibi benim de elimi sıktı. Beyti Lokantası’nda uzun masaya oturuldu. Konuşmalar genel konulardı. Bu arada Carter’ın özel ilgi konuları ortaya çıktı. Bir kere Carter dindar bir kişi idi. Din eğitimi görmüştü. Sonra hayır işlerine ilgi duyuyordu. Başkanlıktan ayrıldıktan sonra kendisini hayır işlerine adamıştı. Nihayet Amerika’da kendi eyaleti olan Atlanta’da bir kültür sitesi yapma çabasındaydı. Doğrusunu isterseniz Carter’ın yapacağı tek bir kültür merkezini ballandıra ballandıra anlatması karşısında kendimi tutamadım. Kapının önünde duran otomobilimden VAKSA’nın eserlerini gösteren broşürü getirttim. “Bakın Sayın Carter, biz bir tane değil, yurdun 13 yerinde 35 tane kalıcı eser (bugün 53 yerde 112 eser) dikmişiz.” diye yaptıklarımızı anlattım. Carter’ın bana karşı ilgisi birden arttı. Bu vesile ile yakınlaşmamızdan sonra, artık Carter’ın işi gücü bizim vakıf faaliyetleri hakkında daha geniş bilgi almak için beni soru yağmuruna tutmak oldu. Baktık, saatler ilerliyor. Yemek bitti. Ama Carter ile bizim konuşmamız sona ermiyor.
Carter, ertesi sabah erkenden özel uçağı ile İzmir’e gidecek. Ben, kendisini arabamla oteline bırakmayı teklif ettim. “Yolda sohbete devam ederiz” dedim. Çok memnun oldu. Kapının önünde bekleyen korumalı resmi araçları bıraktık, benim tesadüfen o gün kullandığım limuzin ile yola koyulduk. Ama konuşmalar tükenmedi. Saat gece yarısı 12’yi geçmişti. “İsterseniz sabah bizim eve gelin, beraber kahvaltı eder, sohbeti sürdürürüz” dedim. “Tabii” dedi.
Ertesi sabah saat 07:00’de Carter ve eşi Emirgan’da Atlı Köşk’e geldiler. Önce kahvaltı ettik. Ben, bizim vakıf faaliyetlerimizi nasıl yürüttüğümüzü anlattım. Kahvaltıdan sonra Carter, Atlı Köşk’ü dolaşmak istedi. Önce Türk ressamlarının resimlerinden oluşan koleksiyonu inceledi. Sonra Türk hat eserlerini, el yazması Kur’an’ları ve tezhip sanatkârlarının eserlerini inceledi. Anladığım kadarı ile hat sanatımız Carter’ı çok etkiledi. Kendisine, koleksiyonumda olan, yüz sene önce Türk hattatlarınca yazılmış iki levhayı hediye ettim. Sonra söz eğitime, Türkiye’de vakıf üniversitesi açma imkânlarına geldi. Baktık ki yeni bir sohbet konusu çıkmış. Vakit bitiyor. Carter, bana bir teklifte bulundu. “Sabancı, vaktiniz müsait ise İzmir’e beraber uçalım” dedi. İstanbul’dan İzmir’e kadar geçen uçuş süresinde de Carter ile konuşmalarımızı sürdürdük. Ben Carter’a sürpriz yapmıştım. Bir gece evvel saat 00:00’dan sonra kendisini İstanbul’da oteline bıraktığımız limuzini kara yoluyla İzmir’e göndermiştim. İzmir’de uçaktan çıkınca alanda bizim Cadillac Carter’ı bekliyordu. Şoförü görünce aynı otomobil olduğunu anladı. “Sabancı, sen çok beceriklisin” diye iltifatta bulundu.
Carter ile görüşmelerimiz 1986 yılında da devam etti. Beni Atlanta’da kurduğu kültür merkezinin açılış törenine şahsen davet etti. Davet günü, kültür sitesine vardıktan sonra kendisi ve eşiyle tokalaşmak üzere sıraya girdik. Beni görünce kollarıma sarıldı ve eşiyle etrafındakilere “Ooo.. Sabancı hoş geldin, bakın Türkiye’den dostum Sabancı gelmiş, çok memnun oldum” dedi. Tabii bu arada yürüyüş durdu. Başkanın yanıma gelerek benimle özel olarak ilgilenmesi, belediye başkanı dâhil herkesin ilgisini çekmişti. Ertesi gün, kahvaltıya davetli idim. Gece yemeğe davet edilen 3000 kişinin içinden sadece 150 kişi sabah kahvaltısına çağrılmıştı. Daha da önemlisi üç tane şeref masası vardı. Sahneye çıkar gibi merdivenle çıkılıyordu buraya. Ben de şeref masası konuğuydum. “Ben” diye yanlış söylüyorum, ben faniyim, bu bir “Türk”e yapılmış bir iltifattı.
Carter’ın yaptığı konuşmanın en ilginç yanı, Türkiye’den gelen konuğum diye benden bahsetmesiydi. Sonra da bir Yunanlı iş adamını anlatması çok anlamlıydı. Daha sonra bu önemli 150 kişi artık gelip benim elimi sıkıyordu. Bu kahvaltının şükür duasını Başpiskopos Yakovas yaptı. Ben de herkes gibi ayağa kalkmış, ceketim ilikli içimden kendi duamı yaparken Cenab-ı Hakk’a bir kere daha şükrettim. Evet yıllardır Fortune Dergisi’nin 500 kişilik listesine Topluluk olarak giriyorduk ama burada bir evvelki Amerika Başkanı’nın dünyanın her yerinden davet ettiği kişiler arasında şeref masasında oturuyor olmanın öneminin idraki içinde gururla hamdettim.
Ben Türkiye’nin tanıtımı konusunda kendime bir yol çizdim. Değişik ülkelerin önde gelen politikacılarına, sanat-kültür adamlarına, iktisatçılarına kendi imkânlarımla “Türkiye’yi anlatma” sorumluluğunu üstlendim. Bu sorumlulukla 1986 yılında Türkiye’de misafir ettiğim politikacılardan biri de Fransa Eski Başbakanı ve dönemin Cumhurbaşkanı Raymond Barre’dir. Barre’nin Türkiye gezisinin programı müthiş yoğun ve sıkışıktı. Raymond Barre, eşi ve sekreteri ile pazartesi günü İstanbul’a gelecek ve çarşamba günü ülkesine dönecekti. Bu üç gün içinde üniversitedeki fahri doktora törenine katılacak, Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımız ile görüşecek, Meryem Ana ve Efes’i ziyaret edecek ve bu arada Türk sanayisinin ne durumda olduğunu göstermek için kendisine birkaç sanayi tesisi göstereceğiz. Bu programın aksamaması için her şeyin zamanında yapılması şart. Türkiye içinde helikopter ve özel uçak dışında, tarifeli THY uçaklarıyla zaman açısından böyle bir program uygulamak mümkün olamazdı. Özel uçak kiralayan firmalarla bağlantı kurduk. Türkiye’de 8 kişilik jet uçağını kiralarken, uçulacak her saat için 1260 dolar alıyorlar. Fakat uçuş merkezi İstanbul ise, İstanbul’dan 1 saat Adana’ya uçup hadi allahaısmarladık diyemezsiniz. Uçağın merkeze dönüş parasını da vereceksiniz yahut binip döneceksiniz. Helikopter kirası saatte 450 dolar. Beklemeye 50 dolar alıyorlar. Pazar günü Fransa’dan haber geldi. Pazartesi Paris’te uçuş personeli grev yapıyormuş. Biz Türkiye’de randevuları almışız, davetleri yapmışız her şey altüst olacak. Hemen Cenevre’deki kiralık uçak servisini aradık. Misafirleri Paris’ten alıp, İstanbul’a getirmek için 20 bin Fransız frangı istiyorlar. Ama diyorlar ki 2 gün İstanbul’da bekleyip geri götürürsek 25-30 bin Frank olur. Eğer isterseniz Türkiye içinde Ankara, İzmir seferini de yaparız. O zaman 40 bin frank alırız. Bunu haber alan Marlboro üreticisi Philip Morris’in müdürü “Biz kendi uçağımızı veririz. Paris’ten Cenevre’ye tren ile gelsin, biz buradan yollarız” dedi. Bereket grev olmadı. Barre, zamanında Türkiye’ye geldi. Bir kez daha gördük ki; azmin elinden ne kurtulur, yeter ki sen takipçi ol.
Beyaz Saray’da beni yemeğe davet eden ABD Başkanı Reagan ve eşi ile Amerikan usulü yerine Sabancı usulü tanıştım. Sabancı usulü konuştum. Sabancı usulü resim çektirdim. ABD Hükümeti, dünyanın yüz ünlü iş adamını Washington’a çağırıp, onlara ABD’nin politikaları hakkında bilgi verme kararı almış. Çağrılanlar, her ülkenin önde gelen birkaç iş adamı. ABD Hükümetinin önde gelen birkaç lideri ve Başkan Reagan Washington’da, bu kişilerle konuşma yapacaklar.
1987 yılı Ekim ayında Washington’da yapılacak toplantı için davetiye bana, ABD Büyükelçiliği kanalı ile geldi. Dışişleri yetkilileriyle temas ettim. Bu toplantıya katılmanın yararlı olacağını söylediler. Program da toplantının ciddiyetini gösteriyordu. Eşleri ile birlikte ABD Hükümetinin konuğu olarak Washington’a çağırılanlar, Washington’da bir önceki yıl restore edilen tarihi Willard Oteli’nde misafir ediliyordu. Toplantılar, Beyaz Saray toplantı salonu ile Willard Oteli salonlarında yapılıyordu. Konuşmacılar ve ev sahipleri ABD Dışişleri Bakanı Schultz, Hazine Bakanı Baker, Savunma Bakanı Weinberger ve Başkan Yardımcısı Bush idi. Eşim ile Washington’a gittik. Toplantılar 7 Ekim tarihinde başladı. Dünyanın 35’e yakın ülkesinden gelen iş adamları arasında Avustralyalı basın kralı Murdoch ve İngiliz basın kralı Maxwell de vardı. ABD Başkanı Reagan ve eşi, 9 Ekim 1987 günü öğle yemeğinde beni ve eşimi Beyaz Saray’a davet etti. Bu benim için büyük bir şerefti. Ben, önemli olayları resimlemekten, belgelemekten hoşlanan bir tabiata sahibim. Beyaz Saray’da Başkan’ın davetlisi olmak benim için önemli değil, çok çok önemli bir olaydı. Sordum, soruşturdum. Beyaz Saray’daki davetlerde sadece resmi fotoğrafçı bulunurmuş. Bu resmi fotoğrafçının çektiği resimlerden uygun görülenler, uygun görülen kişilere, nadir olarak, Başkanın imzası ile gönderilirmiş. Özel resim çektirilmesi olağan değilmiş. Ben Başkan Reagan ile birlikte resmim olsun istiyordum. Bu isteğimi yerine getirmeliydim. ABD’ye Özel Kalem Müdürüm Ali Haydar Taşlı’yı götürmüştüm. Beyaz Saray’daki davette ben ve eşim ismen davetli idik. Kimsenin bir başkasını beraberinde davete getirmesi söz konusu değildi. Daha önceden kafamda hazırladığım planı uyguladım. Ali Haydar Taşlı’yı Beyaz Saray’a sokmayı başardım. Yemek salonunun önündeki kabul sırasında benim üç önümde yer almasını söyledim. Böylece o benden evvel Başkanın elini sıkıp, arkaya dönüp benim resmimi çekebilme fırsatı bulacaktı.
Ben önde, eşim arkada Başkan’a yaklaştık. Başkan Reagan’ın elini yakaladım, kendimi takdim ettim. “Zatıâliniz nasıllar” falan demedim… “İyi ki bu toplantıyı yaptınız, hem Amerika hem da dünya bundan fayda görecektir. Buraya gelmekten, sizi tanımaktan çok memnun oldum.” dedim. “Bizim Başbakanımız da sizi çok seviyor. Size ve Bayan Nancy’ye selam yolladı. Benim ülkem kalkınıyor, gözünüz üstümüzde olsun” dedim. Ben bunları anlatırken, Reagan sürekli gülümseyip, kolumu tuttu. Belki protokolü bozdum ama kimse de “Protokolü bozuyorsun, geç” demedi. Reagan’dan sonra eşinin elini sıktım. Beni, eşim Türkan takip ediyordu. Ben Başkan’ın elini sıkarken bir flaş patladı. Ali Haydar Taşlı iç cebinden küçük fotoğraf makinesini çıkarıp, benim Başkan ile resmimi çekmişti. Bu Beyaz Saray için olağandışı bir hadise idi. Başkanın kapıdaki ızbandut gibi korumaları kollarını yakaladılar. Elinden makineyi almaya çalıştılar. Ali Haydar Taşlı durumu güzel idare etti. Makineyi vermedi. Beyaz Saray’dan uzaklaştı. Bizler bu takdimden sonra ayakta birer içki içtik. Sonra, Beyaz Saray’ın davet salonunda, isimlerimizin yazılı olduğu masalarda “saray usulü” ağırlandık.
Yemekten sonra, Beyaz Saray’dan ayrılırken, Başkan ve eşine daha rahat yaklaştım. Yemek öncesi kendimi takdim ederken, Türkiye’den Başbakanımızın selamından söz ettiğimden ve konuşmayı normalin üzerinde tuttuğumdan benim Türk olduğumu hatırlayarak sempati gösterdi. Türkiye’ye döndükten sonra Beyaz Saray’dan bir zarf geldi. Beyaz Saray’ın fotoğrafçısının çektiği resmi Başkan Reagan imzalamış ve bana yollamış.
Belçika Kralı’nın kardeşi Prens II. Albert (bugün Belçika Kralı’dır), 1987 yılında bizim Belçikalılar ile ortak olarak İzmit’de yaptıracağımız, yüzde 51’i Sabancı Topluluğu’na, yüzde 49’u Bekaert firmasına ait olan Beksa ismiyle çelik kord üretecek tesisin temelini atmak amacıyla Türkiye’ye geldi. Temel atma töreninden bir önceki akşam, ben misafirleri Atlı Köşk’te yemeğe davet ettim. Bekaert Ailesi’nden Mr. Welch Bekaert, Belçika Sanayi ve Ulaştırma Bakanı ve Prens II. Albert davete katıldılar.
Davetten önce, Belçika Büyükelçisi beni arayarak “Bay Sabancı, misafirlerimiz size küçük bir hediye verecekler. Davet sırasında sadece misafirler, siz ve aile efradınız bir odaya çekilelim. Yabancı kimselerden ve gazetecilerden uzak, size hediyenizi özel olarak vermek istiyoruz” dedi. Ben bu işe pek akıl erdiremedim ama gerekli hazırlığı yaptım. Misafirler eve geldikten sonra, arkadaki odaya çekildik.
Kralın kardeşi Prens II. Albert sevimli haliyle: “Bay Sabancı” dedi, “Size bir sürprizimiz var. Belçika ile Türkiye arasında özel sektör düzeyinde bu kadar ciddi bir ortak projeyi gerçekleştirmedeki gayretiniz için sizi Belçika Kralı adına Kral Leopold II nişanının Comodor derecedeki nişanı ile onurlandırmaya karar verdik”. Ben şaşırdım. Sevindim. Onurlandım. Prens, Büyükelçinin açtığı kutudan çıkan madalyayı renkli kordonlarıyla boynuma geçirdi. Beni tebrik ettiler. Bir de belge imzalattılar. Bu madalyanın şerefini koruyacağıma dair benden söz aldılar.
Ben yabancı dili gecikme ile, eksik olarak öğrendiğimden, İngilizce konuşmakta, okumakta güçlük çekerim. Yabancı dil zorunluluğunun insanları birbirinden uzaklaştırdığını, birbirlerini anlamalarını güçleştirdiğini de bilirim. Türkiye’yi resmen ziyaret etmekte olan Çin Başbakanı Zhao Xiang, yurduna dönmeden İstanbul’da birkaç gün tarihi ve turistik yerleri görmek için kalıyordu. Kendisini ve beraberindeki heyeti yemeğe davet ettim. Sonra düşündüm. Ben hoş geldiniz konuşmamı Çin Başbakanı’na Türkçe de yapsam, İngilizce de yapsam, bir başkasının tercüme etmesi gerekecek. İstanbul’da Çince bilen birisini aradık, bulduk. Konuşmayı Çinceye tercüme ettirdik. Konsolosluktan rica ettik, onlar da Çince yazdırdılar. Konuşmayı önceden Türkçe ve Çince bastırdım. Ev sahibi olarak hoş geldiniz konuşmasına başlarken, konuşmanın Çince metnini başta Çin Başbakanı olmak üzere misafirlere dağıttırdım. Çok hoşlarına gitti. Böylece aramızda yakın ilişkiler doğdu. “İstanbul’da bize yapılan bu jest, Türkiye’deki programımızın en renkli yanı oldu” diye iltifat ettiler.
1986 yılında ABD Dışişleri Bakanı resmi ziyaret için Türkiye’ye geldiğinde bir hafta sonunu İstanbul’da geçirdi. Eşi ile birlikte İstanbul’da tarihi eserleri gördüler. Boğaz gezisi yaptılar. Kendisini ve beraberindeki heyet üyelerini Emirgan’da bir öğle yemeğinde ağırladım. Dönemin Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu ve Türk Dışişleri Bakanlığı mensupları da davete katıldılar.
Yemek masasına geçince ev sahibi sıfatıyla “hoş geldiniz” konuşması yaptım. Yemekte Türk-ABD ekonomik ilişkileri üzerinde konuştuk. “Biz Türk iş adamları olarak ABD Hükümetinden ekonomik yardım istemiyoruz, ekonomik ilişkilerimizin gelişmesine önem verilmesini istiyoruz.” dedim. Sözlerimi meşhur Çin hikâyesi ile bitirdim: “Amerika’nın devamlı olarak balık göndererek bizi beslemesini istemiyoruz. Bize balık tutmasını öğretsin, balık tutmamıza imkân versin, biz kendi kendimizi besleyelim.” dedim. Yemeğe katılan Vehbi Koç da benzer şeyler söyleyince ABD Dışişleri Bakanı Schultz, yarı şaka yarı ciddi “Ben buraya yemek yemeğe gelmiştim. Siz benim kafama kum torbası vurdunuz” dedi. Bu konuşmalar, New York Times, Wall Street Journal, Financial Times ve Herald Tribune’da yayınlandı. Ben işi tatlıya bağlamak için Bay ve Bayan Schultz’u yemekten sonra kahve içmeye Emirgan’daki evime davet etmeyi düşündüm. Amerikalıların program değişikliğini kabul etmediklerini bildiğim halde yanımda oturan Bayan Schultz’a “bizim ev hemen şurada… ‘Hello’ diye seslenseniz evden duyulur. Bir Türk evinde kahve içmek, Türk resim ve hat sanatı örneklerini görmek istemez misiniz?” diye sordum. “Tabii” dedi. Bay Schultz da teklifi duyunca “Hadi gidelim” dedi. Hep beraber kalktık. Emirgan’daki Atlı Köşk’e gittik. Kahve içtik. Daha “yumuşak bir ortamda” daha tatlı konuşmalar yapma fırsatı doğdu. Dışişleri Bakanı ve eşi, koleksiyondaki eserleri çok beğendiler. Türk sanatı hakkında fikir sahibi oldular.
1987 yılında ABD Hükümeti, kendi dış politikalarını anlatmak üzere Beyaz Saray’da bir toplantı düzenledi. Dışişleri Bakanı Schultz’un konuşmasından sonra üç kişiye söz verildi. Söz verilenlerin ikisi olduğu yerden konuştu. Ben ayağa kalktım. Doğrudan Schultz’a seslendim:
“Bay Schultz, hatırlıyorsun Türkiye’ye geldiğinde seni eşinle birlikte, benim Boğaz’daki evimde ağırladım. Ve bundan da çok memnun oldum.”
“Tabi hatırlıyorum, tekstilden bahsedeceksiniz, değil mi?”
“Hayır, onlar burada yazılı.”
Sol avucumu açıp ona uzattım. Öbür avucumu açtım.
“Bu avucumun içinde, kafamızı yıkadığınız şeyler var. Mutlu bir dünya istiyorsunuz, güler yüzlü insanların yaşadığı bir dünya. Hastanelerde insan ömrünün uzatılması için çalışmalar yapıyorsunuz. Bunlar güzel işler. Hepsi bu avucumun içinde; sayabilirim… Ya bu avucumda neler var? Öbür avucuma döner bakarsak, neler görürüz Bay Schultz biliyor musunuz? Yaptığınız hata. Sekiz seneden beri komşularımız İran ve Irak’ta her gün insanlar ölüyor. Bir taraftan insanların ömrünü uzatmaya çalışırken, öbür yanda insanların ölmesine göz yumuyorsunuz. Silah satmayı bir durdursanız; böyle devam edemezler. Ama savunma sanayi yürüyecek, karlar olacak. Memleket kalkınacak. Ve yüzlerce, binlerce insanın ölmesine göz yumulacak. Bu harbi kim durduracak? Kim son verecek?”
Schultz tekrar kürsüye çıktı. Bana döndü:
“Mademki komşularınız; mademki, tehlike burnunuzun dibinde; neden siz durdurmuyorsunuz?”
Ben görüyorum ki, bir daha söz alıp Schultz’u cevaplamam imkânsız. Ne yapayım, içim içimi yiyor. Bir şeyler söylemem lazım. O zaman durduğum yerden, işaretlerle duruma müdahale etmeye karar verdim. Ayağa kalktım. Boyumu işaret ettim. Ellerimi yanıma açtım. Herkes anladı. “Neden durdurmuyorsunuz?” sorusunun cevabı: “Boyumuz kısa…” Salonda birden herkes kahkahalarla gülmeye başladı. Schultz beni daha fazla itham etmekten vazgeçti. Yerine oturdu.
1988 yılında İngiltere Başbakanı Bayan Thatcher Türkiye’ye geldi. Önce Ankara’da temaslar yaptı. Daha sonra İstanbul’a geldi. İstanbul’da Bayan Thatcher ile öğle yemeğinde tanışmak şerefine eriştim. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Dalan, beni övücü kelimelerle takdim etti. Ben Bayan Thatcher’e uzun yıllardır İngiliz firmalarıyla sanayi alanındaki iş birliğimizden, İngiltere’nin ünlü kimya kuruluşu ICI ile başlayan daha sonra teknoloji alımı konusunda diğer firmalarla genişleyen faaliyetlerimizden söz ettim. Ankara’daki ve İstanbul’daki yoğun programa rağmen Bayan Thatcher zinde bir görünüme sahipti. Bakımlıydı, kılığı kıyafetiyle saygı topluyordu. Anladığıma göre kendisine Sabancı Topluluğu’nun sanayi konusundaki yatırımları ve Sabancı Ailesi’nin vakıf faaliyeti hakkında daha önceden bilgi verilmiş. Bu konularda yabancı dillerde yayınlarımız olduğunu söyledim. Türk resim ve hat sanatı ile diğer Sabancı koleksiyonunu gösteren kitaplardan da takdim ettim.
Esas ilginç gelişme iki hafta sonra oldu. Ankara’da oturan İngiliz Büyükelçisi, İstanbul’da benden randevu istedi. Büroma geldi. Bunun normal bir nezaket ziyareti olacağını sanıyordum. İngiliz Büyükelçisi, Bayan Thatcher’den bana bir mektup getirdiğini söyledi ve mektubu masamın üstüne koydu. Mektupta özetle şunlar yazıyordu: “Sayın Sabancı, Vakıf çalışmalarınız ve Sabancı koleksiyonunuz ile ilgili olarak bana verdiğiniz güzel kitaplar için teşekkür ederim. Çok güzel bir düşünce. Kitaplar çok ilginç. Kısa süreli ziyaretimde, vakit bulup, sizinle daha uzun konuşma şansım olmadığına üzgünüm. Size ve kardeşlerinize en iyi dileklerimi yolluyorum. Margaret Thatcher” İngiliz Başbakanı, Avrupalı nezaketini gösterip, mektubun başındaki hitap ve isim bölümünü ve sonundaki selam bölümünü eliyle yazmıştı. Mektup beni onurlandırdı.
Turgut Özal’ı Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı zamanında tanıdık. Çalışmalarını takdir ile izliyorduk. 1970 yılında Nihat Erim Hükümeti başlayınca, Turgut Özal Devlet Planlama Teşkilatı’ndan istifa etti. O zaman kendisine bizim aileyle çalışması teklifini götürdük. O yıllarda Süleyman Demirel’in Turgut Özal’a yakınlığı büyüktü. Süleyman Bey, Turgut Bey’in özel sektörde görev almasını erken buluyor, bir süre dışarıya çıkmasını, Dünya Bankası’nda çalışıp dış tecrübe kazanmasını tavsiye ediyordu. Turgut Özal bu tavsiyeye uydu. Dünya Bankası’na gitti. Fakat biz Turgut Özal ile ilgimizi kesmedik.
Aradan iki yıl geçti. Önce Turgut Özal’a haber gönderdim, sonra da iş teklif etmek üzere Washington’a hareket ettim. Londra’da bir gece için durakladım. O gece bir lokantada dostlarımın tavsiyesi üzerine ‘paella’ denilen midyeli, deniz mahsullü pilavdan yedim. Gece yarısı otelde kaşıntılarla uyandım. Aynaya baktım. Her yanım yemyeşil ve davul gibi şişmişim. Zorla yardım istedim. Doktor geldi. “Hastaneye kaldıracağız, mideni yıkayacağız, en aşağı bir hafta yatacaksın.” dedi. Hâlbuki sabah uçağıyla Washington’da Turgut Özal’la randevuma yetişecektim. Doktora, “Sabah hastaneye gelirim” dedim. Bizim usul midemi boşaltmaya çalıştım. Sabah güçlükle bavulumu toparlayıp, yüzüm yemyeşil, her tarafım şiş uçağa atladım.
Washington’da beni Turgut Özal ve eşi Semra Hanım karşıladılar. Otele götürdüler. Bekleyemeden teklifimi yaptım. İlk tepkiyi Semra Hanım’dan aldım. “Sakıp Bey”, dedi, “Turgut görevi kabul eder ve sizinle çalışmaya başlarsa bir ön şartım var. Şimdiden bilin de ona göre. Eşim, yurt dışında nereye giderse gitsin, ben onu yalnız bırakmam. Ben de giderim.” Bu sözler, Turgut Bey’in teklifimizi kabul edeceğinin işareti gibi geldi bana. Turgut Bey, Sabancı Holding’de çalışmaya başladı. Değişik sorumluluklar üstlendi. Holding’de Genel Koordinatör ve Murahhas Aza, Akbank’ta Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve Murahhas Aza idi. Başka değişik sanayi kuruluşlarında da yönetim kurulu üyeliği ve murahhas üyelik görevleri vardı. Özal, Sabancı Topluluğu’nun işlerinin Adana’dan yürütülemeyeceğini bize anlatıyor, Holding merkezinin İstanbul’a nakli için ısrar ediyordu. Bana çok zor geldiği halde, Turgut Özal’ın hatırı için Adana’dan İstanbul’a taşındık. Şimdi çok iyi görüyorum ki, haklıymış, isabet etmişiz. Adana’da kalsaydık, doğru olmazmış.
Orgeneral Cevdet Sunay, Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra eşi ile birlikte bir apartman dairesinde yaşamlarını sürdürdüler. Devletimiz Sunay’a bir koruma görevlisi vermişti. Rahmetli Sunay’ın rahatsız olduğunu duydum. Kendisine geçmiş olsun demek için randevu talep ettim. Zarif hanımı ben geliyorum diye koruma görevlisini, pasta almaya göndermiş. Evlerine gittiğimde kapıyı hanımefendi açtı. Sonra mutfağa kahve pişirmeye gitti. Çok garibime giden bir durum ortaya çıktı. Kahveyi bana ya hanımefendi getirecek ya da hasta haliyle Rahmetli Sunay mutfağa gidip tepsiyi taşıyacaktı. Ben dayanamadım. Mutfağa koştum kahve fincanımı kendim alıp odaya döndüm. İçtim. Kendim mutfağa götürüp bıraktım. Ama bu durup çok acayibime gitti. Ankara’da zamanın Başbakanı’ndan randevu aldım. Kendisine durumu anlatarak, Cumhurbaşkanlığı’ndan, Başbakanlık’tan ayrılmış olanlara, yaşamları boyunca bir ev ve makul sayıda yardımcı tahsis edilmesi konusunun önemini ve zorunluluğunu anlattım. Konuyu fırsat buldukça başka yetkililere de tekrarladım. Bir süre sonra, buna benzer imkânların düşünüldüğünü, belli kademelerde uygulamaya geçildiğini duymak, görmek beni fazlasıyla sevindiriyor.