SEYAHAT ANILARI
Sakıp Sabancı anlatıyor...
Değişik vesilelerle Doğu Anadolu’ya gittiğimde, ilginç olaylara şahit oldum. Unutamayacağım hatıralar yaşadım. Üniversitede konferans vermek için gittiğimizde, benim için düzenlenen bir cirit oyununa davet ettiler. Enerjik, akıllı, bilgili bir ilkokul öğretmeni Erzurum’da bu ata sporunu canlı tutmak için çaba gösteriyor, sık sık cirit oyunları düzenliyormuş. Çimenlik, açık bir alanda cirit oyunu başladı. Bir süre sonra öğretmen bana döndü “Bay Sabancı sizde bir at binin de oyuna katılmayı deneyin…” Bu teklif hoşuma gitti… Öğretmen akıllı, cin gibi… Ne olur, ne olmaz diyerek sünepe, yaşlı bir at seçmiş. Onu getirdiler. Ben sesimi çıkarmadan ata binmeye hazırlanıyordum ki, yaşlı bir Erzurum Dadaşı yanıma yaklaştı… "Yok be Sabancı dedi… Sen zenginsin, ama bizdensin. Bu sünepe at sana yakışmaz. Al benim atıma bin” Dadaşın atı bir küheylan, yerinde duramıyor. Öğretmen ve benim yanımdaki arkadaşlarım endişelendi. Ben tereddüt etmeden ata atladım. Çünkü gençliğimde köyde, eğersiz atlara binip dolaştığım, arabalara at koşup sağa sola gittiğim için alışkanlığım vardı. Allahtan unutmamışım.
Küheylanın üstünde ben de birkaç cirit salladım. Bu oyuna ait renkli resimler Hürriyet Gazetesi’nde yayınlandı. Erzurum’dan Artvin’e geçmiştik. Orada Vakfımız tarafından yapılan bir tesisin temel atma töreni düzenlendi. Hatta bir caddeye lütfedip Belediye Encümeni Karan ile benim ismimi verdiler. Beni, bir iş adamının hayatta iken isminin bir caddeye verilmesi gibi çok onurlu şerefe boğdular. Bana söylendiğine göre bu şerefe Türkiye’de sadece ben sahip olmuşum. Artvin’den Karadeniz kıyısına sarktık. Rus hududuna kadarki bölgeyi bir göreyim istiyordum. Yol boyunca adını bile duymadığım, çok lezzetli mahalli yemekler yedim. Hele ‘bomba’ diye anılan bir balık dolması var ki, tadı hala damağımda. Rus hududuna en yakın bölgede, etrafa bakınırken; yaşlı bir köylü yanımıza yaklaştı. Televizyondaki görüntülerimden beni tanımış. Beni tanıması hayretimi mucip oldu. Fakat o karşılaşmanın unutamadığım bir başka hatırası vardır. Elini sert bir hareketle mintanından içeri soktu. Koynundan bir şey çıkarmaya çalışıyor. Ben merakla, tabancasını mı, bıçağını mı çıkaracak diye bekliyorum. Hiç ummadığım bir şey, bir tek armut çıktı… “Al Sabancı bu benim hediyem. Bu gönül armudu..” dedi. O anda göz yaşlarımı zapt edemedim. Bu hayatımda aldığım en kıymetli hediyedir. Sonra Maraş’a gittik. Maraş, Doğu Anadolu’nun ihmal edilmiş güzel şehirlerinden biridir. Biz daha önce burada bir iplik fabrikası işletmeye başlamıştık. 1984 yılında bu fabrikaya ilaveler yapma kararını aldık. Kapasitesini iki misline çıkardık. Bossa’ya bağlı olarak çalışan bu iplik fabrikası Maraş’a bir hareket getirdi. Fakat Maraş’ta kültür ve sanat faaliyetlerinin sınırlılığı, o yörede en fazla şikayet edilen konu olduğundan, kardeşlerimle birlikte karar aldık. Vakfımız Maraş’ta 400 kişilik tiyatro, konferans salonu olan, kütüphane, seminer odaları, sergi salonları bulunan bir kültür sarayı inşasına başladı.
Birgün Maraş’ın mahalli derneklerinden birinin yöneticileri beni ziyarete geldiler. Büyük ısrarlarla bana mahalli kıyafet giydirip, mahalli ödüller ve hemşerilik beratı verdiler. “Sabancı dediler, sana verdiğimiz berat, ödül semboliktir. Biz Maraş’tan yetişip, Maraş’tan para kazanıp zengin olan fakat elini cebine sokmaktan korkanlara davetiye çıkarmak için, senin Maraş kıyafeti kuşanmanı istiyoruz. Sen Kayseri’den Adana’dan gelip Maraş’ta hizmet veriyor, hayır işliyorsun da orada yaşayanlar şehrin gelişmesi için bir kuruş vermeyi külfet görüyorlar. ” Maraşlıların beni ödüllendirmeleri, benim Maraş mahalli kıyafeti ile çekilen resmim gazetelerde yayınlandı.
Karadeniz gezisi sırasında da bir dağ köyünde bana Karadeniz mahalli kıyafeti hediye edilmiş, bu kıyafeti hemen giymem için ısrar edilmiş, bu kıyafetle çekilen resimler gazetelerde yer almıştı. Değişik kıyafetler içinde resimlerim yayınlanınca bazı yakınlarım, bu gibi şeylerin doğru olup olmadığını tartıştılar. Olayların nedenini, ortaya çıktığı andaki ortamı ve şartları bilmeyenler, birçok şeyi basite indirebiliyorlar. Bir iş adamının evinin gardırobunu açıp, arada bir değişik mahalli kıyafet giyip, onunla resim çektirmesi başka şeydir, bu iş adamımın yaptığı geziler, karşılaştığı olaylar, olayların ortaya çıktığı ortamın şartları altında, halkıyla kaynaşması, bütünleşmesi sonucu, onlardan biri olarak, onlar gibi giyinme, kuşanma, davranma havasına girmesi bambaşka bir şeydir. Bu olayları yaşamayanların, bu havaya girmeyenlerin, Anadolu insanını tanımayanların, Anadolu insanıyla kaynaşamayanların bazı şeyleri anlaması biraz güç olmaktadır.
Odalar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi olarak Amerikan Yardım Heyeti’nin (AID) bir programına katılmak üzere 1964 yılında Tayvan’ın Taipei şehrine gittim. Programın konusu, “Sanayi Bölgelerinde Sanayileşme Meseleleri” idi. Taipei’de otelime girerken kapının önünde Türk bayrağını görünce çok heyecanlandım. Bu bayrağı daha önce görüp, ne oluyor diye otele gelen birkaç Türk’ü beni bekler bulmak büyük sürpriz oldu. Meğerse İktisadi Devlet Teşekküllerinden birkaç kişi de AID’nin başka programlarına katılmak için Taipei’de bulunuyormuş. Toplantı için dünyanın her köşesinde 150-200 kişiyi davet etmişler. Uçak biletini, otel ücretini ödüyorlar. Gündüzleri iki üç toplantı yapılıyor. Sonra, geziler… Yeniyor, içiliyor, çok masraflı iş.
İlk anda, bu ne biçim fantezidir ki, böyle masraflar yapılıyor diye şaşırdım. Fakat aradan 2-3 gün geçince kafam değişti. Anladım ki sağlanan fayda yanında bu masraflar hiç kalır. Dünyanın dört yanından gelen insanlara, organizasyon, sanayileşme, alt yapı, serbest liman, sanayi bölgesinin ne olduğunu öğretiyorlar. Sanayi teşvik tedbirlerini anlatıyorlar. O zamanlar bu gibi şeyler Türkiye’de bilinmiyordu. Ben her şeyi dikkat ve hayranlıkla öğrenip dersler aldım. Türkiye’ye döner dönmez, önce Ankara’da Süleyman Demirel’i ziyaret edip, alt yapı ve teşviklerin sanayileşme için önemini, başkalarının neler yaptığını anlatmaya çalıştım. Arsayı bedava veriyorlar. Yol, elektrik, su hazır. Bedava telefon, teleks bağlıyorlar. Makine ithalinde gümrük yok. Ucuz faizli, uzun vadeli yatırım kredisi yanında, yatırım tamamlandıktan sonra, sabit sermaye yatırımının bir bölümünü de sübvansiyon olarak ‘hazine bonosu’ şekilde iade ediyorlar. Sanayici bunu işletme kredisi olarak kullanıyor. Bunların hep mantığı var. Neticede kazancı, kayıplarının yanında çok büyük.
Tayvan gezisinin son günü programa katılanlara resmi bir ziyafet verdiler. Ziyafet salonunda yuvarlak masalar kurulmuş. Her masanın ortasında yuvarlak ve ufak bir parmak hareketiyle dönen ikinci bir tabla var. Yiyecekler iftar sofrası bolluğu ile bu dönen tablanın üzerine sıralanmış. Herkesin önünde birer tabak. Tabağın biraz ötesinde döner tabla. Elinizle döner tablaya dokundunuz mu, önünüzdeki yiyecekler gidip, yerine yenileri geliyor. Beni şeref konuğu olarak Milliyetçi Çin’in Sanayi Bakanı’nın yanına oturtmuşlar. 108 kiloluk vücudum ile, dişimi kırmayacak ne bulursam tabağıma doldurup, hızla bitiriyorum. Ben masadaki döner tablayı, döndüre, döndüre sarhoş etmişim. Elimin ulaşabildiği tabakları temizlemişim. Yanımda oturan Sanayi Bakanı herhalde sağlığımdan endişeye düşmüş. Fakat nazikçe beni nasıl uyarsın? Bana döndü, “Bay Sabancı, görüyorum ki yemeklerimizi çok beğendiniz. Çok memnunum. Törelerimizin ve mutfaklarımızın farklılığına rağmen bu kadar beğenip, kendinizi tutamayıp yemeniz beni çok memnun ediyor, ama sakın alışık olmadığınız bazı yemekler size dokunmasın” dedi. Sanayi Bakanı, kibarca benim fazla yemekten patlayıp-çatlayacağımdan korktuğunu anlatmak istiyor ama, ben iştahımı önleyecek durumda değilim ki… 108 kiloluk vücudumun aşağı sarkan göbeğim daha da şişkin hale gelmiş. Göbeğimin durumunu Bakan’a gösterdim. “Ekselans, dedim, görüyorsunuz ki, ben sadece kendi başıma yemiyorum… Beni çocuk bekleyen hem de ikiz çocuk bekleyen bir hanım kabul edin… Bir lokma kendim için. Bir lokma karnımdaki Jan için. Bir lokma da Jan’ın kardeşi Jon için…” Sıcak pirinç şarabının etkisinde gevşeyen Bakan zaten samimi ve güleç yüzlü bir adamcağızdı. Bu sözlerime dakikalarca güldü. Tayvan’dan dönüşte Türkiye’ye Amerika üzerinden uçmak istedim. Pan American Hava Yollarının o zamanlar her gün İstanbul’a uğrayan ve dünya turu yapan iki uçağı vardı. Pan American Havayolları çok rağbette bir şirketti. Her ülkenin önde gelen kişilerine Clipper Club üyesi diye bir plastik kart verirlerdi. Bu kartı olanlara uçakta daha fazla ilgi gösterilir, hava alanlarında penceresinde bir soğuk hava makinesi bulunan serin odada oturma imkânı tanınırdı.
Ben Clipper Club üyesi olarak Tayvan’dan Los Angeles’e uçuş bileti istedim. Honolulu-Los Angeles arasında, Pan American yerine United Airlines ile uçacaksın dediler. Ancak, bu rezervasyonu yaptırdığımın ertesi günü kaldığım otelin konsiyerji beni çağırdı. “Hava yollarından telefon ettiler, yolculuk sırasında ne yemek istersiniz diye soruyorlar…” dedi. Ben şaka ediyorlar zannettim. İlgili memuru aradım. Sempatik bir kız, bunun usulden olduğunu söyleyince, hatırıma orijinal bir şey gelmedi: “Pilavlı ıstakoz isterim” dedim. Bu kez “Nasıl olsun” diye sordu. “İyi olsun” dedim. “Öyle değil, sosu, pişimi nasıl olsun?” diye sorunca, gene hatırıma geldiği için “körili olsun” dedim.
Uçağa bindik. Herkesin oturacağı yerin üzerine ismini yazmışlar. Bu kart orada durduğu için hostesler her gelişinde bana ismim ile hitap ediyor. Bir de baktım, bir paket kibrit. Onların üzerine de altın yaldız ile ismim bastırılmış. Kimono verdiler, terlik giydirdiler. İlk defa böyle şeyler görüyorum. Ismarladığım yemek geldi. Onu da yedim. Derken sinema vakti dediler. Perde açıldı film başladı. Amanın, o andaki şaşkınlığımı anlatamam. Türk bayrağı dalgalanıyor, ezan okunuyor. Masmavi Boğaziçi, camiler, İstanbul… Başladı gözlerimden inci gibi yaşlar dökülmeye… Hostes kızı çağırdım. “Nedir bu Allah aşkına?” dedim. Kız izah etti. Uçakta birinci mevkide benden başka altı kişi daha varmış. Onların da beşi Orta Doğu ülkelerinden Müslüman müşterilermiş. Bu nedenle uçak şirketi çoğunluğun hoşuna gider diyerek, İstanbul ile ilgili bir filmi seçmiş. Bu olay yabancıların organizasyon kabiliyetlerine hayranlığımı pekiştirdi.
Özal, iş adamları ile yurt dışı seyahatlere çıkıyordu. Davetli olduğum seyahatlerin bir kısmına katılamadım. Rusya gezisine giderken Özal telefonla arayıp katılmamda ısrarcı oldu. Yıl 1985… Rusya henüz, silkinememiş… Komünizmin ideolojisi gevşemiş ama ekonomide sıkılığı devam ediyor. Rusya’ya giderken Muammer Karaca’nın hikayesi aklımda… Rahmetli Muammer Karaca tiyatrosunda günlük olayların çelişkilerini sergileyip, bunlarla halkı güldürürdü. Fakat olayların sergilediği yanları insanı önce güldürür, daha sonra düşünmeye sürüklerdi. Bana anlatıldığına göre bir oyununda şu tip bir karşılıklı konuşma geçiyordu:
“Eyvah, Türkiye’ye komünizm geliyormuş…”
“Boş ver gelsin, endişe etmeye gerek yok…”
“Ama nasıl olur?”
“Nasıl oluru var mı, komünizm hele bir gelmeye görsün, biz onu kendimize öyle bir uydururuz ki, geldiğine geleceğine pişman olur.”
Rahmetli Muammer Karaca’nın dediği kadar olmasa bile, kısa Rusya gezimizde, onların “sıkı disiplinini” birçok defa “şaka ile karışık” bozduk. Grup seyahatinin bir başka psikolojisi oluyor. İnsanlar günlük streslerden kurtulmanın verdiği rahatlıkla, ciddiyet sınırlarını zorlayıp, biraz gülmek biraz da farklı şeyler yapmak arayışına yöneliyor. Rusya’da karıştığımız şakaları da bu gözlükle değerlendirmek gerekir.
Lenin’in mezarını (Mozolesini) gezdikten sonra topluca meçhul asker abidesine gidildi. Programa göre Başkanımız Özal orada heyetten ayrılacak, SSCB Yüksek Prezidyum Başkanı Gromıko’yu ziyaret edecekti. Gazetecilerin bu ziyareti fotoğraflamalarına izin veriliyordu. İçimden birden gazetecilerin arasına karışıp, Gromıko’nun yanına çıkma isteği geldi. Gazetecilerin arasına karıştım, katıldım, resmi binanın kapısından içeriye daldım. Bizim Kayseri’de bir atasözü vardır: Akıllı düşünene kadar deli çaya dalar, geçermiş. (Tabii bu arada boğulup giden de olurmuş ya… O başka mesele). Baktım gazetecilerin elinde Sovyet makamlarının verdiği birer mavi basın kartı var. Benim ise böyle bir şeyim yok. Binanın girişinde ilk kontrol barikatı vardı. Üniformalı görevliler ciddi ciddi mavi basın kartlarına bakıyor, karttaki resim ile gazetecilerin yüzleri arasında benzerliği kontrol ediyorlardı. Rus gazeteciler, Türk gazeteciler, yabancı gazeteciler… Ben en arkalarda bekliyorum. Önce dikkatli, sonra yorgun, daha sonra gazeteci olduğumuza kanaat getirip gevşek kontrol. Sıra bana geldiğinde elimi cebime atar gibi yapıp bir şey göstermeden ilk barikatı geçtim. Üniformalı görevliler bir şey söylemedi. Baktık, iki liderin odasına girerken bir kontrol merkezi ikinci bir barikat daha kurulmuş. Bu sefer yakayı ele veririz diyordum ki, gözüme gazeteci arkadaşım Olay Tan ilişti. Baktım boynunda iki makine var. Birini aldım, kendi boynuma geçirdim. Herkesi yara yara telaşlı acelesi olan biri tavrıyla üniformalı kontrol memurlarını geçip Olay Tan’la birlikte odaya ilk dalanlardan biri oldum. Bu çok ilginç bir tecrübedir. Rusya gibi disiplinli, her şeyin kontrol altında olduğu bir ülkede bile, bu tip ‘Atlamalar’ mümkün olabiliyor ise, demek ki ‘Güvenlik önlemi – sıkı kontrol’ falan diye bildiğimiz birçok tedbir yetersiz kalabiliyor. Diplomat ile Kadının Evet ve Hayır Demesi Leningrad’da bir yemekte yanıma bir Rus oturmuştu. İsmi meşhur Votka ismine benzediğinden, hiç unutmadım. Simirnoff. Soyadı da Anadolu kelimesine benziyor: Anatoiy… Kendisine isminizin Türkçesi “Anadolu Votkası” diye takıldım. İşte bu Simirnoff Anatoiy yoldaş ile yemekten sonra dondurma yerken sordum: Moskova dondurması mı güzel yoksa Leningrad dondurması mı?“ Ben Leningrad’da yaşıyorum, tarafsız olamam” dedi. “O halde Moskova dondurmasının daha güzel olduğunu mu söylemek istiyorsunuz? diye sordum. “Belki” dedi. Karısı da aynı soruyu “Belki” diye cevaplayınca, Simirnoff yoldaş, “Dikkat Bay Sabancı, karımın belkisi ile benim belkim farklıdır” dedi. Ve şu hikayeyi anlattı: Eğer bir diplomat evet derse, bu belki demekmiş. Belki derse, hayır demekmiş. Çünkü bir diplomat hiçbir zaman hayır demezmiş. Bir kadın hayır derse, belki demekmiş. Belki derse evet demekmiş. Bir kadın hiçbir zaman evet demezmiş. Simirnoff yoldaş bu hikayeden sonra “Bay Sabancı” dedi, “Ben belki demekle, size hayır demek istedim, karım ise evet dedi, bilmem anlayabildiniz mi?”.
Moskova’da Rus insanının da önemli olaylarından biri olan evlenme törenlerini gözlemlemek isterken, bir nikâhta şahitlik etmem de unutamayacağım bir hatıradır. Nikâh dairesinin önü gerçekten kalabalıktı… Ruslar yanında başka ırklardan, milletlerden insanların da nikâh için bekledikleri, dikkat çekiyordu. Benim hayret ettiğim, kucağında çocuğu olan gelinlerdi… Böyle bir Afrikalı aile ile konuştuk. Onlar çoktan yola çıkmış, atı alıp, Üsküdar’ı aşmış, yolu yarılamış, şimdi işin formalitesini tamamlamak için bekliyorlardı.
Çavina Tuzicobev isimli 20 yaşında bir üniversite öğrencisi kız ile Dova isimli genç kendi yaşında sınıf arkadaşı ile nikahlanıyordu. Sacide Seyida isimli Türkçe bilen bir yakınları ve Khallaf Alla isimli arkadaşları bize sıcak ilgi gösterdiler. Geleneksel sağdıç kuşağını başımdan geçirdiler, benim şahit olmamı istediler. Çok duygulandım. Törene katıldım. Törenden sonra gelini, damadı tebrik ettim. Beraber resimler çektirdik. Nikâh dairesine giderken, yanıma bir kutu Bebek Badem Ezmesi almıştım. Onu açtık, geline, damada, davetlilere ikram ettik. Alanlar oldu, çekimser davrananlar oldu. Ama çekimser davrananların kim gönlüne bırakır ki… Hareketlerimle tercümanın da yardımıyla herkese elimle ikram ettim. Aldılar ve memnun oldular.
Arkadaşlarla yaptığımız ABD gezisinden dönüş yolumuzda Concorde ile Washington’dan Londra’ya geleceğiz. Erdoğan Demirören’in bileti New York’tan Londra’ya, Washington’dan gelebilmesi için ilave para vermesi gerekiyordu. Ben Erdoğan Demirören’e yardımcı oluyorum, gittim bilet işini görevliye söyledim. “Concorde’un bekleme salonunda oturun bileti yapıp getiririz” dediler. Salonda oturup kahve içiyoruz. Uçakta 2 saat gecikme olacağını anons ettiler. Bu arada kız geldi. Demirören’in biletini değiştirmiş, 149 dolar fark istiyor. Ben Erdoğan’a lisan bakımından yardım ediyorum. Dedim ki kıza “Biraz evvel 2 saat gecikme olacağı anons edildi. Biz Concorde’a niçin biniyoruz? Üç saat kazanmak için. Siz 2 saat gecikme yaptınız. “As a penalty” (ceza olarak) ne ödeyeceksiniz? Vermiyoruz, 149 doları”. Kız, “Benim elimden bir şey gelmez. Ben sadece bileti değiştirdim.” diye cevap verdi. Erdoğan çıkardı parayı ödedi. Gülüştük görevli hanım yanımızdan ayrıldı, tam tayyareye bineceğimiz zaman, bizi çağırdılar, hem eşim Türkan’a, hem bana “As a penalty for delay” (gecikmeden dolayı ceza olarak) 200’er dolar verdiler. Concorde bileti sadece gidiş 1500 dolar. 200’er dolar geri aldık. Bu parayı herhangi bir İngiliz hava yolu şirketinden bilet almak veyahut fazla bagajı ödemek için kullanabilirim. Herkese gecikmeyi telâfi için para ödüyorlar mı, yoksa ağlamayan çocuğa meme verilmez misali, sadece isteyene mi veriyorlar, bilmiyorum. Ama bir şakamız işe yaradı ve hiç yoktan 400 dolar kazandık!