Motorsiklet Sevdası
Gençliğimde bisikletten motosiklete geçmek benim için çok büyük bir olaydır. Motosikletim yoktu. O yıllarda Adana’da saati 5 liradan motosiklet kiralarlardı. Benim kiralık motosiklet düşkünlüğümü babam duymuş. Kazadan korktuğu için motosiklete binmememi söyledi. Ama ben, bir yanda babamdan korkarken, öte yanda motosiklet sevgimi yenemeyip, gizli, gizli kiralık motosiklet ile dolaşmayı sürdürdüm. Arkadaşım “Allahın oğlu” lakaplı Mustafa Salihoğlu ile birlikte bir gün motosiklet kiraladık. Adana’da Paktaş Fabrikasının önündeki toprak yolda yan yana zevkle motosiklet yarıştırıyoruz. Karşıdan göçebe çingene kafilesi geliyor. Merkepleri, köpekleri, cılız atların çektiği arabalarıyla bize yaklaştıklarında, köpekleri motosikletten ürküp bize doğru havlayarak saldırdı. Bu arada biz, yarı korkudan, yarı acemilikten motosiklete hâkim olamayıp, merkeplerinin arasına girdik. Merkeplerin biri devrildi. Bizim motosikletler devrildi. Bu arada göçebelerin kadınları ellerinde sopa bizim üzerimize saldırdılar. Oradan nasıl kaçıp kurtulduğumuzu anlatmak güçtür. Bu olaydan kimseye söz etmedik. Ama korkusunu yıllarca içimizde duyduk.
Başımıza böyle bir olay gelmesine rağmen motosiklet sevgim devam etti. Bir gün gene kiraladığım motosikletin üzerinde zevkten uçarak giderken Bağlar Yolunda, pamuk almaktan dönen babama rastladım. Babam, “sana harçlığını bu fuzuli alete yatırma diye kaç kere söyledim” diyerek beni azarladı. Esas üzüldüğü harçlığımı bu işe yatırmam değil de bir kazaya uğramamdı. Bunu biliyordum. Aradan 40 yıl geçti. 1984 yılında İngiltere’de bir mağazada, oyuncak gibi küçük bir motosiklet gördüm. Japonlar insanlara motosikleti biblo gibi süslemişlerdi. Dayanamadım satın aldım. Elli yaşından sonra, Emirgân’da Atlı Köşkün bahçesinde kimse görmeden o küçük motosiklet ile dolaşır oldum. Yıllar önceki çocukluk heyecanım içimde kalmış, hâlâ küllenmemiş.
Stajyer Memur
Babamın işyerlerinde çalışmaya başlamışım. İlk gittiğim işyeri çırçır fabrikası. Bir de babamın Adana’da Mahmutpaşa’daki yazıhanesine devam ediyorum. Çırçır fabrikasında pamuk tartılan kantarın başında durup, pamuk alınırken tartıları bir kâğıda yazıyorum. Babam, “Topla bakalım…” dedi mi topluyorum. O, “Bakalım doğru toplamış mısın?” diye kontrol ediyor. Ortaokulda, hastalıklar arası iyi olduğum dönemlerde 1948’den itibaren, Akbank’ta çalıştım. Akbank’ın Adana’da Şeref Orçun isimli bir müdürü vardı. Babam beni ona “Şeref Bey, doğru raydan çıkarma, disiplinli yetiştir.” diye emanet etmişti. Şeref bey çok disiplinli bir yönetici idi. Ben “Stajyer memur” statüsünde idim. 25 lira aylığım vardı. Sabahları her memur gibi, işe vaktinde gelip, imza cetvelini imzalardım. Beş dakika geç gelsem Şeref Bey imza cetvelini imzalatmaz ve babama “Hacı Ağa, oğlun bugün gene 5 dakika geç kaldı.” diye durumu bildirirdi. Birkaç defa olunca babamdan şiddetli bir azar yedim. O zamandan beri iş disiplinine, randevuya uyarım. Bankada yazı makinesi, hesap makinesi kullanmayı, tahsil fişini, tediye fişini, makbuz kesmeyi öğrendim. Kulağım doldu.
Çalışmaya başladıktan sonra, bana ödenen ilk ücret, net 20 lira idi. Hemen anneme gittim. “Anne, bu babamın verdiği para değil, ilk defa kendi kazandığım para. Al sana veriyorum.” deyip, tamamını ona verdim. Annem beni öptü. “Gülnaz’a ver saklasın.” dedi. Okuldan ayrılınca Un Fabrikasında veznedar oldum. Maaşım 50 liraydı. Akbank’daki stajyer memurluğumdan öğrendiklerim işe yarıyordu. Un Fabrikasının müdür Kemal Pekün, muhasebe müdürü Sadettin Atabey idi. Bazı akşamlar kasa hesabı tutmaz, ben bankadaki alışkanlıkla 2-3 saat daha çalışır, hesabı tutturmadan fabrikadan ayrılmazdım. Daha sonra un fabrikasının muhasebesinde çalıştım. Alım işlerine bakmaya başladım. 1955 yılında ticaret müdürü Ömer Çiftçioğlu ayrılınca onun yerine geçtim. 1957 yılında Bossa tekstil bölümünde umum müdür muavinliği görevine başladım. BOSSA’da benim umum müdür muavini unvanı ile çalıştığım dönemde, ortaklarımızdan Sinan Bosna da aynı unvan ile yanımızdaki odada oturuyordu. O dönemde Sinan Bosna ile çok iyi bir ilişki kurduk. Bu ilişki derin bir dostluğa dönüştü. Birbirimizi çok sevdik. Devamlı beraber olmaya başladık.
Sinan Bosna yurt dışında tahsil etmesine, yurt dışında uzun süre kalmasına rağmen, her seviyedeki insan ile çok iyi ilişki kurmasını bilen bir kişiydi. İnsanları hiç küçümsemez, sokaktaki dilenciye, hamala, ciğerciye, işçiye, ustaya, mühendise, genel müdüre hep aynı şekilde hitap eder, onlara değer verdiğini hissettirirdi. Ben Sinan Bosna’dan çok şeyler öğrendim. İnsan ilişkilerinde başkalarından daha farklı bir yaklaşımım var ise, bunu Sinan Bosna’ya borçluyum. Onun gibi hareket etmeye, karşımdaki kim olursa olsun, değer vermeye gayret ettim. Bundan çok yarar gördüm. Sinan Bosna’nın eniştesi, Salih Efendi’nin damadı, Kemal Pekün Bossa’nın Umum Müdürü idi. Hem Sinan Bosna’ya hem bana, çok şeyler öğretti. Bir çok konularda ondan dersler aldık. 1960 yılında Umum Müdür Kemal Pekün ayrılınca, ben Umum Müdürlüğe getirildim. 1957, 1960 yılları arasında Bossa Fabrikasında Umum Müdür muavini olarak sorumluluğum, her sabah pamuk alımları yapmaktı.
Göl Gazinosu’nda Kovboy Filmi Gibi
Odalardaki görevim dolayısıyla Adana Ticaret ve Sanayi Odası Meclis üyeleriyle birlikte Ankara’da Odalar Birliğindeki toplantılara katılırdım. Bu toplantılardan birinde gece arkadaşlar alaturka müzik dinlemeye gidelim diye ısrar ettiler. O zamanlar Ankara’da Gençlik Parkı içinde, şimdi nikâh salonu olan binada, Göl Gazinosu adı altında bir yer vardı. Gazinoya gittik. Uzunca bir masaya oturduk. Gazinonun kalitesi normalin altında. Yenildi içildi. Adana Ticaret Odası Meclis Başkanı Eczacı Memduh Görgün büyüğümüz olarak hesabı istedi. Hesap herhalde beklenmedik boyutta olacak ki, “Bu hesap biraz pürüzlü bunu meslek komitesine havale edelim.” deyip Hasan Pehlivan’a verdi. Ticaret Odasında her meslek için ayrı komiteler vardır. Otel, Lokanta, Eğlence Yerleri Meslek Komitesi Başkanlığını da Adana’daki Pehlivan Palas Oteli’nin sahibi Ömer Pehlivan’ın yeğeni Hasan Pehlivan yapıyor. Hasan Pehlivan hesap kâğıdını şöyle bir inceledi. Garson çağırdı, hiç beklemediğimiz bir şekilde suratına “şaaak” diye bir tokat şaplattı. “Git bunu düzelt getir.” dedi. Hepimiz bu beklenmedik davranış karşısında donup kaldık. Neden bunu yaptı, aklımız almadı. Biraz sonra bir başka garson hesabı getirdi. Hasan Pehlivan kağıda baktı. “Bana başgarsonu çağırın.” dedi. Başgarson geldi. Ama bu arada garsonlar da etrafımızı sarmış durumda. Hasan Pehlivan başgarsona, “Bu hesap pusulası aynen gelmiş. Ben düzeltin dedim.” dedi. Ve de “şaakk” diye onun suratına da bir tokat aşk etti. O anda etraf karıştı. Garsonlar bizim üzerimize yürürken, herkes bir iskemle kapıp, müdafaa-hücum ne ise, boğuşmaya başladı. Bir de baktık ki, mozaik ve karo işleri yapan hemşehrimiz Yılmaz Sergici, iki elinde iki silah, gazino mutfağının kapısını tutmuş, ellerinde bıçak, satır dışarı çıkmaya hazırlanan aşçı, yamak ve komilerin önünü kesmiş, “kapıdan dışarı adımını atanı vururum…” diyor.
Biz o ortamda öyle bir vuruşuyoruz ki, kendimizi kaybetmişiz. Sanki düşmana karşı savaş veriyoruz. En sakinimiz olan Meclis Başkanımız Eczacı Memduh Görgün bile, 1.90’a yakın boyu ve babayiğit yapısıyla kendinden geçmiş, kollarından yakaladığı bir garsonu sürükleyerek götürüyor. “Ne yapıyorsun Eczacıbey?” dedim. “Bu herifi göle atıp boğacağım.” diyor. Bu arada Avadis Kazancıyan ayrıldıktan sonra Bossa fabrikamızda müşavirimiz olan Elyafim Kandiyoti masanın altından yalvarıyor: “Paşam, ne olur vuruşmayı bırakın. Ne kadarsa, hesabı ben ödeyeceğim.” Biz duruma hâkim olunca, gazino mafyası dövüşü kaybedeceklerini anlayıp bayrakları indirdiler. “Ne verirseniz verin, çıkıp gidin.” dediler. Bir miktar para bıraktık ama bu para kırık döküğü karşılar mıydı, bilmem. Kavganın sebebini ancak her şey bittikten sonra anlayabildim. Meğerse masada sırtım salona dönük olduğundan olup bitenin farkında değilmişim. Bizden önce, diğer iki masada oturan müşterilere yüksek faturaları sille tokat ödettirmişler. Bu durum bizim Adana’lıların içlerini kabartmış; garsonlara gösterdikleri tepki bize gelen hesaptan değil, başkalarına attıkları insafsız kötekten kaynaklanıyormuş.